7/28/25

Bölünmüş Başkentli Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine


Coğrafyanın gölge olduğuna kani olduğum merdivenler aslında tarihi Lefkoşa’yı oluşturan surlarmış. Üstelik on bir tane var onlardan. Uçakla tepeden bakınca çok net anlaşılıyor, son İstanbul yolculuğumda daha net gördüm. Bir kısmı kuzeyde diğerleri ise güneyde. Lefkoşa surlardan bölünmüş. Ne garip 1 yılı aşkın süredir o kadar arşınladım buraları halbuki çok yeni oturtmuşum kafamda mimariyi. Belki de hesapsız kitapsız kaybolarak keşfettiğim içindir. Artık sokak isimlerimden nereden gitmem gerektiğini biliyorum. Kolay gelmedik biz buralara az mı kayboldum? Her anlamda :) 

Bu sefer Tanzimat Sokak boyunca ilerleyeceğiz. Tanzimat sokağı bitirmeye yakın bir yol ayrımı çıkar. Alt taraftaki eski binaların arasındaki yol Arap Ahmet’e götürür. Fakat biz yukarı sokaktan gidip Zahra Sokak boyunca ilerleyecek ve Ledra Palace’ı göreceğiz. Zamanında iki toplumun liderlerinin toplantılarına ev sahipliği yapan Ledra Palace daha sonra BM askerlerinin karargahı olmuş. Eski günlerinin silik ihtişamını taşıyor yorgun düşmüş bir şekilde. Zahra Sokak boyunca ilerleyip seyirci kısmı ara bölgede kalan futbol sahasını da geçerek Yiğitler Burcu’na girince zamanda yolculuk yapmış gibi hissederim hep. 70’lerden kalma bir park adeta. Öylesine eski salıncaklar ve kaydıraklar… WC yazan kapılardan bakınca aslında surların altına giden merdivenlerin olduğunu fark etmem de bu kışa kısmet olmuştur mesela. Parkın sağ kısmından ilerleyip tellere ulaşınca Ortodoks toplumuna Vatikan’ın hediyesi olan Katolik Kilisesi belirgin şekilde görülür. Hatta şanslıysanız vakti gelmiş ise çan sesini bile duyabilirsiniz. Fakat garantici iseniz ramazanda iftar vakti geldiğinde zamansız çalan o inatçı çanı da duyabilirsiniz :) Alın size zamansız bir zaman yolcuğu… Orucumu Zahra yakınlarında açarken ilk defa bu sesi duyunca yüreğim dehşete kapılmıştı adeta. “Allah minarelerinizden ezan sesini eksik etmesin.”duasını işte o an idrak ettim. Yanlış anlaşılma olmasın gerçek vaktinde duyduğum çanlar yüzümde tebessüm oluşturur; farklı dinlerin, milletlerin bir şekilde yaşamaya çalıştığı bu adada bulunmanın en tatlı anlarından biridir hatta diyebilirim. Tellerin ardında arada göz korkutmak için üstüne EOKA yazdıkları sarı minik bir kulübecik vardır. Yine 2025 yılının Ramazan ayında görmüştük o yazıyı. Yaşlı ve pek de hanım olmayan Kıbrıslı bir abla kırık Türkçesiyle bize küfür etmişti. O kadar zaman bazen tek başıma gitmişimdir bazense arkadaşlarımı parmaklarıyla Avrupa’ya girebilmek vaadiyle götürmüşümdür o parka. Sadece o kadından böyle bir tavır gördüm. Ah bir de kendini yeryüzünün koruyucusu zanneden BM askerlerinin çalım atarak yürüyüşlerini saymazsak olmaz. “Bosna’daki soykırımı seyretmiş bir ordunun askerlerisiniz siz, kendinize gelin!” diye bağırmak gelir ansızın içimden. Oysa orada dilini bilmediğim bir insanla ortak dille bir iletişim kurmayı hayal etmişimdir hep. Belki sıcak bir tebessüm belki minik bir el sallama. Olsun, ben de telleri özgürce geçen kedilerle yahut kuşlarla selamlaşırım. Bahsettiğim ukala askerler ve küfür etmeyen insanlar dışında herkese bu umutla bakarım belki de. 

Biraz daha tellerin ardına bakacak olursak Yunan bayrağı ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bayrakları vardır. Baf Kapısı’nın hemen üstündeyse savaş zamanından kalma siperler durur. Kurşun izleri zamanı aşıp gelen miraslardan. Türk tarafı ne kadar eskiyse tellerin ardında bir o kadar temiz bir cadde vardır. Uzun süre Kıbrıs’ta kalmamın etkisinden olacak “Bisiklet yolları bile var” demiştim ilk gördüğümde. Teller kim bilir neleri, kimleri ayırmıştır? Hangi dostlukları, aşkları yarım bırakmıştır? Kıbrıs’ta yaşananlara siyasi açıdan bakmanın yanı sıra sosyal, psikolojik açıdan bakınca her seferinde ne düşünmem, ne hissetmem gerektiğini bilemiyorum. Beynimde ve içimde onlarca his çarpışıyor.  

Sürgün ülkemin tellerle ayrılmış başkentinde bu yazıyı tamamlayamamış yarım bırakmıştım. Geçen zamanın demlendireceğine inanarak blog işine ara vermiştim zira hayatıma yetişmeye çalışıyordum. Komitelere yetişme çabası, duygusal devrimlerim derken rüzgar beni ramazanın son günlerini ve bayramı geçirmeye İstanbul’a savurdu. Duygusal devrimimi güzel inkılaplara bağlayıp İstanbul’la barıştık. Hayatımın bir Ramazanını İstanbul’da geçirmek isterken birden bire gelip üstüne bir de İstanbul’la barışmak… Nereden baksak harika olay. Sonra bölünmüş başkentimde dönemi tamamlayıp -öncesine nazaran bir tık daha tatmin edici sonuçlarla- yazın uçarak İstanbul’uma kavuştum. Bölünmüş başkentli sürgün ülkemde başlayan bölünmüşlük iki kıtada toprağı olan başkentler başkentinde tamamlanıyor. Ah üniversite eğitim hayatım gibi olur mu dersin? Kim bilir… Kadıköy’de Şehir Hatları çantamla harika vapurları selamlayıp logoya övgüler dizerken ütüye benzeyen Göksu ve türevlerini jilet yapma hayalleri kurarak yazımı yazıyordum. Oturduğum kafe kapanınca Tıbbiye-i Şahane binasını seyrederken deniz kokusunu içime çekerek Beşiktaş’ta bu yazıyı sonlandırmaya karar vermiştim. Vapurdaki en güzel fotoğraflarımın ve anılarımın olduğu içerdeki o minik pencere dibinde tatlı bir telefon konuşmasıyla günümü güzelleştirip Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi’nde 23.15 vapurunu bekliyorum. Anne babamı arayıp güzelleşme seviyesini katlayarak günü kapatmadan önce dilerim ki Şehir Hatları’nın yakışıklı vapurlarından birinde eğitim hayatımın ve hayallerimin yarım kalmışlıklarının telafisi olarak gördüğüm binayı selamlarım. Bu arada okuduğum kitap da askeri tıp tarihine dair bir kitap. Neyse bu yazımız bölünmüşlere dair. Şarkımız da Kadıköy’de keşfettiğim Kıbrıs’ımın şu anki durumuna ve yazıma yakışacak bir şarkı. Umut Albayrak başta olmak bir sürü farklı seslendirmelerin hepsi çok güzel ama başa eklediğim versiyonundaki özellikle acıklı keman ve kırık Türkçe yazıma ve hislerime en iyi şekilde tercüman olur diye düşünüyorum. Son olarak başlığıma rehberlik eden Zamana Adanmış Sözlerden en beğendiğim kısmı da ekleyeyim. Çirkin bir ses

belirmesin beyninizde bunu okurken. Başkentler başkenti deyince aklıma İstanbul gelmişti. Kıbrıs’a zaten başından beri sürgün ülkem derim. Bugün okuduğum bir yazıda bu şiirde İstanbul’dan bahsedildiği yazıyordu. Naat olsun yahut İstanbul’a yazılmış bir sesleniş, ne çıkar? Benim yarım kalmış hayallerimle bugünümü kucaklıyor nasılsa. Sezai Karakoç’un hislerime bu kadar derinden tercüman oluşu üç oldu. En doğru zaman gelecek. Belki de yenilgi yenilgi büyüyen zaferin ardından başkentler başkentimde bulurum sırların sırrına ereceğim anahtarı. Gerçi hayat bir sonuç değil süreç biliyorum ama benimkisi de umut işte. Umut kesmem, merhamet adlı o çınara sığınırım. 


“Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır

Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır

Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır

Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır

Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır

O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır

Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır

Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır

Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili”
















2/26/25

Coğrafya Gölgedir



Kıbrıs’a gelmeden önceki 7 ayımda 7 yıllık buhranımın ceremesini çekerken hayata yeni bir başlangıç yaptığımın farkındaydım. Yağmurlarda ve çiçeklerde arıyordum kaybettiklerimi. Yağan yağmur içimdeki alevleri söndürsün, yaralarımdan çiçek açsın diye belki de. Bazen Girit ezgilerinin can bulduğu Hainides eşlik ediyordu bana bazen Rumeli esintileri bazen Bozdoğan bazen kahramanlık türküleri bazen hatalarımı kabullendiğim şarkılar bazense işte bu meşhur şarkı. Bu şarkının Kıbrıs ile ilgili hikayesini bilmeme rağmen Kıbrıs’a gelebileceğim aklımın ucundan dahi geçmiyordu. Hala Ankara yahut İstanbul hayalleri kuruyordum onca hezimete rağmen. Adaya gelebilmek için adanın öncesinde çağırması lazım işte öyle büyülü bir yer burası. Gerçekten de Kıbrıs’a ansızın bir gece vakti gelmiş oldum.Gidebileceğim belli başlı yerlerden bu adaya üstelik de Lefkoşa’ya düştü yolum ama neden? Geçen seneden beri bunu sorup durdum merdivenlerde kendime.

İbni Haldun’a atfedilen coğrafya kaderdir söylemi KFL bankında oturup Erciyes’i izlediğim o buhran günlerimden beri aklıma takılır zaman zaman. Eğitim hayatıma devam edeceğim mekâna başlama sürecim birazcık sancılı olsa da tüm kapılar yüzüme kapanmışken bana umut olan bu adaya ilk geldiğimde sevmiştim burayı ama kendime gelince Mavi Sürgün memleketim adını verdim. Geldiğim ilk zamanlar “Kıbrıs kazan ben kepçe” diyerek adım adım geziyordum adayı. İlk zamanlar beni buraya getiren rüzgar gibi hesapsız kitapsız dolaşıp birdenbire keşifler yapmanın tadını çıkarıyor daha sonraki zamanlarda ise öncesinde uzun araştırmalar yapıp haritalı kitapları incelememin neticesinde geziyordum. Gezmelerin sayısı arttıkça haliyle karşılaştırmalar devreye girdi. Ve yine aynı soru: Neden bu adada ve bölünmüş bir başkentteyim?

Hazırlık yılımda, SSCB’de üstelik Nalçik’te doğmuş bir hocamız Kıbrıs’ı betimlememizi istemişti. O an Kıbrıs’ı Akdeniz’in ortasında bir inciye benzetmiştim. İşte bu inci adı üzerinde dört yanı sularla kaplı bir yer. Koskoca adada denize kıyısı olmayan tek yerse Lefkoşa. Coğrafya kader mi değil mi 

bilmem ama gölge olduğuna inanmış bulunmaktayım bu sıralar.  

Atalarım 1864’te düşünce yollara, dağıtılmışlar Osmanlı topraklarının dört bir yanına. Uzunyayla bölgesine yerleşenlerin Erciyes’i meşhur Oşhamafe (Elbruz) Dağı’na benzettikleri için yerleştikleri söylenir. İşte gölgenin ilk tezahürü. Bu tezahür sebebiyle Erciyes’i seyrettim upuzun yıllar. Daha sonra 7 yıllık buhranın ardından kader beni bu adaya savurdu. Gölgem yine peşimi bırakmadı geldim denizsiz bir dağ eteğine. Beşparmaklar’ın Girne yamacı yemyeşil, iç açıcı bir şekilde karşılarken  insanı, bizim taraf kıraçtır. Uzunyayla’m gibi sapsarı bir yer. O sebepten olacak ki çocukken Uzunyayla yolunda açık mavi arabada çalan Selda Bağcan ezgileri çalınır kulağıma Girne’den Lefkoşa’ya dönerken. İşte coğrafyam yeniden gölge olup takip ediyor beni. Halbuki çocukluğumdan beri özellikle de Erciyes’e kızarak baktığım o günlerde ne çok isterdim bir deniz kıyısında olmayı. Biraz da bizimkilere kızardım. Bir sürü sülale yerleşmişler denizi olan bir yere, biz ne diye geldik ki Erciyes’in eteğine. Geçen sene yaz tatiline az kala Kıbrıs iyice sürgün olmuşken bana, uçaktan Erciyes’i görünce anladım neden geldiklerini. Nasıl sirayet ettiyse dağın ihtişamı o ruhlara ayrılamadılar demek ki. Karadenizin hırçın sularında çektikleri acıları dağın heybetinde dindirdiler belki de. Ben de Girne Kapısı’nı tepeden seyreden bu merdivende anladım ki Akdeniz’in ortasında bir adada denize kıyısı olmayan bu bölünmüş başkente aitim. İnşallah sadece malum süre zarfında zira kölesi olup bir başka imtihan içinde çırpınmak değil niyetim. İnsan kölesi olduğu şeylerle sınanırken düşmezse herhangi bir vadide, öyle ulaşır Kaf Dağı’na derken baş ucumdan ayırmadığım Mantıkut Tayr’da uyarılmama rağmen düşebildiğim kadar vadide düştüm ve anladım ki insan hiç düşmeden değil de düştüğü vadilerden geri kalkmasını bilirse ulaşacak Kaf Dağı’na. Lise sıralarında yarım bıraktığım işleri yarınlara bu bölünmüş başkentte taşıyacağım galiba. Genlerim Oşhamafe’den Erciyes’e yapıp yapmadıklarım ise Erciyes’ten Beşparmaklar’a savurdu beni. Coğrafyamsa gölgem gibi peşim sıra geldi. Hayata yeniden başlayacaksam bu yüzden burada başlayacağım. Evet, tam da bu merdivenlerde ve Beşparmakların eteğinde. 

Deniz konusunda Tanzimat Dönemi karakteri olmayı bırakacak olursam denize kıyımız olmasa da uzaklığımız 13 km yani arabayla 33 dakika.Adada yaşamanın nimeti işte. E o kadarı da olsun canım :)










Bölünmüş Başkentli Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine

Coğrafyanın gölge olduğuna kani olduğum merdivenler aslında tarihi Lefkoşa’yı oluşturan surlarmış. Üstelik on bir tane var onlardan. Uçakla ...